Bu makalede Orman Kadastrosu ve Orman Tahdidi Konulan Taşınmazın Durumu ele alınmıştır.
- Genel Olarak
Kadastro çalışmaları, taşınmazların geometrik ve hukuki durumlarının tespit edilmesi olarak tanımlanabilir. Bu çalışmaların neticesinde tapu sicillerinin oluşturulması ve mülkiyet hakkından doğan hakların güvence altına alınması ve hukuki güvenlik ilkesinin sağlanması amaçlanmaktadır.
Kadastro işlemleri, taşınmazların sınırlarının belirlenmesinde kadastro ekibi ve kadastro komisyonunun da dahil olduğu bir dizi işlemleri ifade etmekle beraber yapılan kadastro tespitleri kimi zaman hatalı olmaktadır. Bu hatalar ilgili taşınmazlarda kadastro tespiti yapılmadan evvel verilen tapularla sonradan kadastro tespiti yapılması halinde taşınmazsınırlarının örtüşmemesi yahut eski teknolojik imkanlar ile yapılan bir takım ölçümlerin eksik ve hatalı olması ve güncel teknolojik imkanlarla yapılan kadastro tespitlerinin örtüşmemesi kaynaklı olabilmektedir.
Örneğin ilgili taşınmaz üzerinde Osmanlı tapusuna dayanarak mülkiyet hakkına sahip kişinin malik olarak tespit edilmesi gerekmesine rağmen kimi zaman kadastro çalışması esnasında bu durum tespit edilememekte, kadastro tespiti hatalı olarak yapılmakta ve kişiler hak kayıplarına uğramaktadır.
Uygulamada hatalı yapılan kadastro tespit işlemleri ile kişilerin mülkiyet hakkının ihlal edildiği görülmektedir. En temel haklardan birisi olan, Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınan mülkiyet hakkı; toplumların yerleşik hayata geçmesiyle birlikte ortaya çıkmış olup en eski hukuki metinlerde dahi mülkiyeti konu alan ifadelerin geçtiği görülmektedir. Günümüzde de hem uluslararası hukukta hem iç hukukta mülkiyet hakkını konu alan düzenlemeler bulunmaktadır.
Bu yazımızda da konunun anlaşılması adına öncelikle mülkiyet hakkı ve mülkiyet hakkının kısıtlanması kavramları açıklanacak ve ardından orman kadastro çalışmasında hatalı olarak hazine lehine tespit edilen taşınmazlar ile tapuya şerh koyulması suretiyle veya fiilen el atılması suretiyle orman sınırlarına dahil edilen taşınmazların hukuki durumları ele alınacaktır.
Mülkiyet Hakkı ve Mülkiyet Hakkının Kısıtlanmasına İlişkin
Mülkiyet hakkının kapsamı, niteliği, sınırları gibi hususları AİHS EK 1 Nolu protokol m.1 ile Anayasa m.35 düzenlemeleri uyarınca ele almak gerekir. Anayasa m. 35 ile herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu ifade edilmiştir. Ancak maddenin ikinci cümlesinden anlaşılacağı üzere mülkiyet hakkının sınırsız bir hak olmadığı, kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanabileceği ve hatta mülkiyet hakkı sahiplerinin bu hakkı toplum yararına aykırı kullanamayacağı düzenlenmiştir.
Bu madde ile demokratik hukuk devletinin bir gereği olarak özel mülkiyetin tanındığı, bununla birlikte de kamu yararı amacıyla sınırlanabildiği ve toplum yararına aykırı kullanılamayacağı düzenlendiği için de mülkiyet hakkının sosyal yönünün de öne çıkarıldığı görülmektedir.
Yine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Ek 1 Nolu Protokol m.1 ile mülkiyet hakkının düzenlendiği görmekteyiz. Bu maddeye göre her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı olduğu düzenlenmiştir. Anayasa m.35 ile benzer şekilde bu maddenin devamında da mülkiyet hakkının ancak kamu yararı sebebiyle, kanun ve uluslararası hukuk genel ilkelerine uygun olarak kısıtlanabileceği ifade edilmiştir.
Bu düzenlemelerden mülkiyet hakkının mutlak bir hak olmadığını ve kamu yararı gerekçesiyle sınırlandırabildiğini görmekteyiz. Kamu yararı haricinde taşınmazın işgali haksız olup el atmanın önlenmesi davası açılabilecektir.
Her ne kadar konumuz kapsamında olmasa da kısaca mülkiyet hakkının kısıtılanmasının en tipik örneklerinden birisi olan kamulaştırmaya değinmek isabetli olacaktır. Bir taşınmazın kamulaştırılması, kamulaştırma kanunu ve ilgili mevzuat gözetilerek yapılan bir dizi işlemden oluşan süreci ifade etmektedir ve kamulaştırma işlemleri, idarenin kamu yararı gereğince bir taşınmazın mülkiyetini ya da taşınmaz üzerindeki diğer ayni hakları bedelini ödeyerek devralmasıyla sonuçlanır.
Mülkiyet hakkının kapsamını ve sınırlanmasının ne şekilde olabileceğini görmek adına, kamulaştırmayı konu alan bir AİHM kararındaki “bir kişiyi mülkünden yoksun bırakan bir önlemin kamu yararına meşru bir amaç gütmesi gerektiği, bu önlem alınırken başvurulan yollar ve gerçekleştirilmesi amaçlanan hedef arasında makul bir oransallık ilişkisi olması gerektiği, kişinin kişisel ve haddinden fazla yük taşıma zorunda kalması halinde gerekli dengenin kurulamayacağı…” ifadeleri yol gösterici olacaktır.
Görüldüğü üzere, mülkiyetin kamu yararı nedeniyle kısıtlanması halinde dahi idarenin yerine getirmesi gereken yükümlülükler ve birtakım usuli işlemler vardır ve söz konusu yükümlülükler iç hukukumuzda Kamulaştırma Kanunu ile düzenlenmiştir. İdarenin yürütmesi gereken süreç detaylarıyla kamulaştırma kanununda düzenlenmiş olup bu süreçte idarenin öncelikle bir kamulaştırma kararı alması, taşınmaz malikleri ile uzlaşma görüşmeleri gerçekleştirmesi ve sürecin nihayetinde ise kamulaştırma bedelinin tespiti ve kamulaştırılan taşınmazın idare adına tescili davası açması öngörülmüştür. Söz konusu dava bir tapu iptali ve tescil davası olup yargılamayı yapan mahkemece kamulaştırılan yerin bilirkişi marifeti ile rayiç bedeli tespit edilerek malikin özel mülkiyetine el konulmuş olması nedeniyle oluşan zararı tazmin edilmelidir.
Neticeten, mülkiyet hakkının sınırlanması noktasında gözetilmesi gereken ilke ve esaslar açıklanmış olup asıl konumuz olan orman kadastrosunu ve kadastro çalışmalarıyla orman sınırlarına dahil edilen taşınmazların durumunu ele alacağız.
Orman Kadastrosu Çalışmaları Neticesinde Taşınmazın Hazine Adına Tespitine İlişkin
Orman kadastrosu çalışmaları, orman tanımına giren yerler ve bu alanların içi veya bitişiğindeki taşınmazların tespiti, sınırlarının belirlenmesi, üzerlerindeki hakların tayini amacıyla yapılan teknik çalışmalar olarak tanımlanabilir. Orman kadastrosu çalışmaları neticesinde taşınmazlar orman sınırları içerisine dahil edilebilmektedir.
Kadastro ekibi ve kadastro komisyonunun da dahil olduğu orman kadastrosu çalışmaları neticesinde teknik incelemelerle bir taşınmazın orman olduğunun tespit edilmesi halinde bu taşınmaz üzerindeki hak sahiplerini de kadastro tespit işleminin açıklamasına yazılması gerekmektedir. Ancak kadastro tespiti yapılırken kimi zaman taşınmaz üzerinde kişilerce hak iddia edilmesine ve itirazların komisyona taşınmasına rağmen taşınmaza ilişkin çeşitli unsurların incelenmesi suretiyle kadastro ekibi ve itiraz edilmesi halinde kadastro komisyonu tarafından yapılan değerlendirmeler neticesinde taşınmazın kadastrosu sonuçlandırılıp maliye hazinesi veya milli emlak gibi kurumlar adına kaydedilmesi durumu oluşmakta ve kişilerce hak kayıplarına uğranılması mümkündür.
Bu durumda tapu siciline güven ilkesi, TMK m.1007, uyarınca kişilerin tapu sicilinden doğan zararları talep etmeleri mümkün olabilmektedir. Bu nedenle hak iddia eden kişilerin taşınmaz üzerindeki haklarını ispat etmek adına gerekli belgeleri ve sair delilleri ileri sürerek yapılan kadastro tespit işlemine kadastro mahkemesi nezdinde itiraz edilebilecek yahut genel mahkemeler nezdinde dava açılabilecektir.
Tapu siciline güven ilkesi hukukumuzun temel ilkelerinden olup kişilerce yapılan satın alma ve sair işlemlerin bu ilke dahlinde gerçekleştirildiği göz önünden bulundurulmalıdır. Taşınmazların orman arazisi niteliğinde olduğuna binaen yapılan kadastro tespit işlemleri neticesinde kişiler hak kayıplarına uğrayabilmektedir.
Doktrinde kadastro tespiti işlemiyle hazine, veya diğer idari kurumlar, lehine tespit edilen taşınmazların hukuki durumuna ilişkin fikir ayrılıkları vardır. Bir görüş, mülkiyet hakkının toplum yararına aykırı kullanılamayacağı ve dolayısıyla kadastro tespitiyle tapuları iptal edilen kişilerin hukuka aykırılık iddiasıyla bu işlemin iptalini ve taşınmazın bedelinin tazminini talep edemeyeceklerini iddia etmekte ise de konuya ilişkin AİHM Devecioğlu- Türkiye kararında kamu yararı gözetilse dahi, dava konusu yerin, 1926 yılında devlet tarafından bir şahsa satılmış ve o zamandan beri tarım arazisi olarak el değiştirmiş olduğu, diğer taraftan tapuda, taşınmazın orman olduğuna ilişkin veya mülkiyetinin devrini engelleyen herhangi bir şerhin de mevcut olmadığı belirtilmiş, buna rağmen orman kadastro komisyonunca, söz konusu taşınmaz orman olarak nitelendirilmiş olmasını mülkiyet hakkı ihlali olarak kabul etmiştir. AİHM, söz konusu davada, kamu yararı amacı ile mülkiyet hakkına müdahalede, toplum menfaati ile ferdi menfaat arasında bulunması gereken adil dengenin bozulduğuna karar vermiştir. Kararda ayrıca, bahsedilen uygulama ile orantısız bir külfet yüklendiği de belirtilmiştir. Mahkeme;, orman olarak tespiti yapılan taşınmazın değeri ile orantılı olarak makul bir meblağ ödemeden mülkün alınmasını, orantısız müdahale olarak nitelendirilmiştir.
Orman Sınırları İçine Alınan Tapuya Kayıtlı Taşınmazın Durumuna İlişkin
Bunun haricinde tapuya kayıtlı ve hatta kadastro çalışmaları zaten yapılmış olan taşınmazların da orman sınırları içerisine alınması mümkün olabilmektedir. Bu gibi durumlarda bahse konu taşınmazın yapılan orman kadastrosu çalışmalarıyla orman sınırlarına dahil edildiği (daha önceden taşınmazın kadastrosu bulunabilir veya bulunmayabilir) ve daha sonrasında da tapu kaydına taşınmazın orman sınırlarına dahil edildiği şerhi konulduğu görülmektedir -kimi durumlarda da idarece taşınmazın fiilen orman niteliğinde kullanılması da mümkündür- ki böylelikle taşınmaz üzerindeki mülkiyet hakkı ve diğer ayni haklar varsa bunların kısıtlandığı görülmektedir. Yani önceden bahsedilenin aksine, taşınmaz kadastro tespitiyle bir başkası üzerine tescil edilmemekte ve fakat halihazırda bulunan tapu kaydının üzerine taşınmazın orman sınırlarına dahil edildiği şerhi düşülmektedir.
Anayasa m. 35 uyarınca, mülkiyet hakkı ancak kamu yararı gerekçe gösterilerek sınırlandırılabilecektir. Yine AY m. 46 ile kamulaştırma tanımlanmış olup kamulaştırma usul ve esaslarının kamulaştırma kanunu ile düzenlendiğine atıf yapılmıştır. Bunlara göre, kamu yararını ileri sürerek idarelerce taşınmazların sınırlanması kamulaştırma usul ve esaslarına tabi olacaktır. Bu noktada kamulaştırma kanunuyla idarelere yüklenen yükümlülükler yerine getirilmeden taşınmazların kısıtlanması halinde kamulaştırmasız el atma meydana gelmektedir.
Kamulaştırmasız el atmayı, kamulaştırma yapmaya yetkili idarelerce, Kamulaştırma Kanunu veya özel kanunlardaki esas ve usullere uyulmadan, özel mülkiyette bulunan bir taşınmaza el konulması, tesis veya bina yapılması olarak tanımlayabiliriz.
Fiiliyatta, idarelerce kamulaştırılması planlanan taşınmazların üzerine şerh düşüldüğü görülmektedir. Şerh düşülmesine rağmen uzun süreler boyunca kamulaştırma işlemlerinin yapılmaması söz konusu olabilmektedir. Bu taşınmazlara idarece kamulaştırmasız el atma uygulandığı söylenebilir. Kamulaştırma yükümü bulunan idarenin hem taşınmazı kısıtlaması hem de kamulaştırma işlemlerini yerine getirmemesi Anayasal ve yasal düzenlemelere aykırı olup aynı zamanda haksız işgalden doğan ecrimisil tazminatına da konu olabilecektir.
Bir başka yol da idarenin taşınmazın tapu kaydına herhangi bir kamulaştırma şerhi koymadan fiilen bu yönde işlemler yapması veya bazen de özel mülkiyet sahibi kişinin orman sayılan bölgeye giremediğinden arazisine erişemeyip bakım işlemi veya zirai bir faaliyet yapamamasından dolayı arazinin ormanlaşmasına sebebiyet verilmesi, bu nedenle davacının ekonomik kaybının mevcut olduğu durumlardır.
İdare, kamulaştırma kararı verdikten sonra tapu kütüğüne şerh koyarak taşınmazın durumunun aleniyet ilkesi doğrultusunda paylaşılmasını sağlar. Bu noktada tapulu araziye orman şerhi konulmasıyla esasında mülkiyet hakkından doğan yetkilerin kullanılmasın yönünden bir sınırlama getirilmemektedir. Ancak uygulamada tapu kütüğüne tescil edilen şerh ile taşınmaz üzerinde mülkiyet hakkı kısıtlanmakta ve taşınmazın kullanılması zorlaştırılmaktadır. Bu nedenle söz konusu durumun kamulaştırmasız el atmaya vücut verdiği ortadadır. Söz konusu duruma atıf yapılan Yargıtay 5. Hukuk Dairesi 2014/2688 E. 2014/15821 K. Sayılı kararı şu şekildedir:
“…Somut olayda; dava konusu taşınmaz orman olarak sınırlandırılmış, malikin mülkiyet ve tasarruf imkanı ortadan kaldırılmıştır. Nitekim, AİHM de Çetiner ve Yücetürk –Türkiye 22 Eylül 2009 tarih, 24620/04 sayılı kararı ve 23 Mart 2010 tarih, 2150/05 sayılı kararlarında, bir taşınmazın kamu orman arazisi olarak vasıflandırılmasıyla birlikte malikin mülkiyet hakkını kullanmasına yönelik bir müdahalenin olduğunu ve bu vasıflandırmanın söz konusu taşınmazın tasarruf nisabını önemli ölçüde azaltan bir etki oluşturduğunu, malikin arazisinden gerçek anlamıyla istifade edemediğini ve her anlamda mülkiyet hakkının içini boşaltan bir etki yarattığını kabul etmiştir.
Davacının taşınmazı orman olarak sınırlandırıldığı ve taşınmazdan yararlanma ve tasarruf etme hakkı kısıtlandığı halde, tapusu davacı üzerinde diye tazminat talebinin reddi, Ek 1 No’lu Protokolün 1.maddesi ile AİHS’nin 6. maddesine aykırıdır. Bu nedenle, Orman olarak sınırlandırılan ve tapusu halen davacı üzerinde bulunan taşınmazın eylemli orman alanı olarak kullanılan bölümde kaldığından taşınmaza Orman Genel Müdürlüğü tarafından fiilen el atıldığı ve böylece kamulaştırmasız el atma olgusunun da gerçekleştiği sabit olduğundan bedelinin ödenmesine karar verilmesinde bir isabetsizlik görülmemiştir.”
Görüldüğü üzere idarenin uyguladığı eyle ve işlemlerin sonuçlarına göre kişilerin haklarının kimi zaman kamulaştırmasız el atmadan doğan tazminat davasıyla veya kimi zaman da tapu siciline güven ilkesinin ihlaline dayanarak talep edilmesi mümkün olabilmektedir. Yine koşulları oluştuğu takdirde özel mülkiyeti kısıtlanan kişilerin el atmanın önlenmesi davası açılabileceğini de şerh düşmek gerekir.
Avukat İzmir olarak, hukuki konularda size rehberlik etmek ve sorularınıza cevap vermek için buradayız. Diğer yazılarımıza göz atmak için linke tıklayabilirsiniz.
Stj. Av. Muhammed Ali TOSUN
Av. BİLGEHAN DACİK
Sosyal Medyada Bizi Takip edin
https://www.facebook.com/kapitalhukuk